VEFA
VEFA-T
Bizleri düşünen birileri hep vardı. Kendilerinden önce bizleri düşünürlerdi; yemeden, içmeden, giymeden, gezmeden… İşe gitmeleri de, bağla bahçeyle uğraşmaları da, sıcağın altında tarlada orakla- tırpanla ekin biçmeleri de hep bizlerin daha rahat yaşaması içindi. Köyden kente göçmeleri de, bizlerin geleceği ve eğitimleri içindi. Ebeveynlerimiz bizler çocuk iken değil, çocuklarımız olduğunda da hep yanımızdaydılar. Sadece evlat sahibi değiller, mesuliyet sahibi insanlardı. Onlar varlığımıza vesile olan anne babalarımızdı. Şahsiyetimizin ilk mimarlarıydı. Onlar fedakarlığın abideleri olarak vefayı ilk hak edenler(di.)
Okula il adımımı attığımda harfleri hiç öğrenemeyeceğimi sanırdım. Alfabe benim için çok zor, girift ve gizemli bir şekiller yığınıydı. Önce sınıf öğretmenimin rehberliğinde düz, eğri çizgilerle karalamalar yapmış sonra da kargacık burgacık kelimeler, cümleler kurmuştum. Hele o yıllarda Cin Ali kitapları çocuk dünyamızda bugünün çizgi filmlerinden makbuldü. Yarım asırlık hayatımda, onlarca öğretmene denk geldim. Ama sınıf öğretmenim zihnimde hep var oldu. Nasıl olmasındı ki, şu an yazma becerim onun sabrı, sevgisi ve emeğiydi. Satırları saymam, yazının boyutlarını ayarlamam ve saatin şu an gecenin 00:58’i olduğunu okumam, onun öğrettiği rakamları bilmem sayesindeydi. O ilk öğretmenim, sınıf öğretmenimdi. Vefanın abc’sini öğreten nasıl unutulurdu.
Elifcüzü benim için farklı, imkânsızdı. Çünkü başka dilin harfleriydi. Hele harfleri öğrenip, harfler birleşince şekil değiştirmesi bilmece gibiydi. Yaz başında öğrenir yaz sonunda unuturdum. Ama cami hocalarının sabrı, uğraşısı Kur’an harflerini öğrenmemi kolaylaştırıyordu. Hele her öğrendiğim harfin sevabının olduğunu bilmem daha bir isteklilik oluşturuyordu. Adeta cennetin kapısını aralıyordum. Yüreğimdeki kıpırtılar, zihnimdeki kıvılcımlar; harfinde, kelimenin de sahibi olan rabbimizin kitabını okuyor olmak mesut ediyordu beni. O gördüğüm dünyanın ötesinde, görmediğim dünyanın da var olduğunu öğreten mahalle imamızdı. Ahde vefayı ondan öğrenmiştim.
Daha lisede psikoloji dersinde bir kavram öğrenmiştim: Özdeşim kurma(k). Bu kelimeyi Rehberlik bölümünde okuyan, mahallemizde yaşayan bir abiye yakınlık duymam hasebiyle yaşayarak öğrenmiştim. Bir gün demişti ki bana, “Hangi bölümü okuyacaksın?” anlamamıştım ne demek istediğini. “Üniversitede” dedi. “Ben üniversite düşünmüyorum.” dediğimde taaccüp ederek bakmış bir anlam verememişti. “Mali durumumuz müsait değil.” dediğimde: “ Bak benim babam hayatta değil. Ama ben üniversitede okuyorum. Sen kazan, Allah yardım eder” demişti. Hayatım, eğitim hayatına bakışım değişmişti. Daha çok psikoloji dersine ilgi duymuş, savunma mekanizmaları tek tek öğrenmiştim. Özdeşim kurmak favorim olmuştu. Artık bende onun gibi olmaya karar vermiştim. Camiye gidiyor, bende gidiyordum. Kitap okuyor, bende okuyordum. O gün yayın hayatında olan dergileri okuyor, bana hediye ediyor, hepsini okuyordum. Hayata bakışımı değiştiren özgüven, empati ve sempatiyi öğreten kahramanımdı.
Lise dönemi hocalarım oldu. Bilgi de, davranışta bizlere örnek oldular. Ders kitaplarımızı temin ettiler. Geri dönüşüm ifadesini bilmezdik ama güzel dönüşümlere vesile olurlardı. Gençliğimizi ebedi gençliğe dönüştürdüler. Akranlarımız yaşadıkları şehri zor bilirken biz ülkeyi, ülkede yaşananları ve dünyada olup bitenlerden haberdar olmuştuk onlar sayesinde. Sadece sınıf ortamlarında değil, sosyal alanlarda ve evlerinde bizleri misafir etmişlerdi. Bizlere salt akademik bilgiyi değil yaşamın anlam ve önemini de öğrettiler. Onlar benim saygıdeğer öğretmenlerimdi.
Üniversite dönemimizde ise ailemiz, akrabalarımızdan bir kısmı, bizleri tanıyan büyüklerimiz yanımızda oldu. Kimisi harçlık vererek, kimisi hal hatır sorarak. Çünkü üniversite öğrencisi olmak maliyetliydi. Zor zamanlardı; yeni insanlar, yeni fikirler, yeni şehirler… Onlar bizim kıymetli insanlarımızdı.
Herkes kendine göre müteşekkir olduklarını bu şekilde veya başka şekillerde yâd edebilir. Onları en saygın ifade ile taziz ve tazim edebilir. Kişisel hikayesinde vefa defterine kaydettikleridir bu insanlar.
Esasında bu yazı salt yâd etme yazısı değil. Bu kurgu, bu hasbihal vefa duygusunun tezahürüdür. İnsan-lar genel olarak ben merkezci bir yapıya sahipler. İyi olan duygu, davranış ne varsa önce başkasından bekler. Şayet karşı taraftan beklediğini bulamamış, görememiş ise itham etmeye, yargılamaya hazırdır. “Saygısız, cimri, sorumsuz, vefasız…” diye tavsif eder, tezyif eder.
Biraz sakin olalım. Düşünelim. Muhasebe edelim kendimizi. Menfi sıfat, itham ve etiketlemelerden ne varsa, bize hangilerini veriyordur insanlar yanlarında olmadığımızda.
Aile içi ya da aile dışı, büyüklerimize karşı davranış ve ilişkilerimizde nezaketten yoksun olduğumuzda insanlar bize ‘saygısız’ demiyor mu?
Arkadaş grubumuzda nerede ne söyleyeceğimizi bilmediğimizde lafımızı tartmadan, insanların haysiyetlerini gözetmeden ve hassasiyetlerini bilmeden konuştuğumuzda, bizlerde ‘patavatsız’ diye tavsif ediliyor olamaz mıyız?
Bu ve benzeri durumları çoğaltabiliriz.
Demem o ki, hangi menfi bir sıfatı başkası için kullanmadan, sakin bir şekilde acaba bende aynı vasfa sahip miyim?, diye kendimizi kontrol etmeli değil miyiz?
İşte vefa erdemi üzerinde durmamız gereken değerlerden biri. Vefa eskilerin tabiriyle ahlak-ı hamidedendir. Yani övülmüş erdemlerdendir. Terim olarak üzerinde ittifak edilmiş bir tanım yok gibi. Hani efradını cami ağyarını mani bir tanımlama yapılamıyor. Bu durum vefanın tahfifliğinden değil, muhtevasının genişliği ve tarifinin güç oluşundandır.
Vefa nedir? sorusuna saygı, sevgi, ilgi ve irtibatı sürekli kılmak desek. Ya da iyileri ve iyiliği unutmamak desek. Kime karşı vefalı olmalıyız, diye ikinci bir soru olsa. Yaşayan-yaşamayan, mesafe olarak yakın olan-uzak olan her muhatap olduğumuz insanlara diyebiliriz. Hani mahallede birlikte oyunlar oynadığımız, sırlarımızı paylaştığımız; okul/fakülte hayatında gençlik duygularını birlikte yaşadığımız; iş hayatında beraber olduğumuz; yaşamda bir şekilde temas ettiğimiz insanlar.
Kardeşler arası ve eşler arasında da vefa mühim bir öneme sahiptir. Aradan yıllar geçse de, sılada da olunsa-gurbette de bulunulsa taraflar birbirlerine salt kan bağı ile değil can bağı ile de bağlı olmalılar. Hele eşler, ilerleyen yaşlarda da birbirlerine sadık, vefalı ve şükran duyguları ile ilişkilerini devam ettirmelidirler. İkisinden biri vefat ettiğinde de hatıralarına, ortak hikayelerine, değer verdiklerine, kıymetlilerine, evlatlarına, yakınlarına vefa duygusuyla yaşamalılar, yâd etmelidirler.
Vefanın daha ulvi ve umumi olanı ise, vatanımıza, vatan için can verenlere; maddi ve manevi eser bırakan kişi/kahramanlara olanıdır. Yaşadığımız asırlar aynı olmasa da, yaşamamız için bıraktıkları toprakları savunmamız, medeniyetimizin mührü olan yapılar/eserleri korumamız bir vefa borcudur. Onlar huzurla, özgürlükle ve güvenle yaşamamıza vesile olan kahramanlarımızdır.
Modern hayat, yatay iş ve ilişkiler yerine dikey bir hareketlilik sağladı yaşamımızda. Köy, mahalle, muhit gibi mahdut çevrelerden büyük kentlere taşıdı bizleri. Doğduğumuz ve doyduğumuz yerler olağanüstü bir durum olmadıkça, aynı köy aynı şehirdi. Evlerimizde yakındı, ilişkilerimizde. Ne var ki sadece bedenlerimiz kopmadı yaşadığımız beldelerden, ruhumuzdan da bir şeyler koptu.
Vefa konusunda mahzun olduğum belki müşteki olduğum bir mevzu var, vefat haberlerinde. Aile çevremizden biri, geçmiş yıllarda beraber olduğumuz biri ya da herkesin tanıdığı biri. Örneğin yazarlardan biri olsun. Yanımızda iken, yaşar iken kıymet vermiyoruz. Kendisiyle tanışma imkânımız var iken uzak duruyoruz, kitabını alıp okuyabilecek iken almıyoruz… Çoğaltabiliriz ihmal ettiğimiz bir şeyleri. Lakin vefat edince nasılda o yazarın meftunu oluyoruz. Sosyal medya hesaplarında en güzel cümlelerini zikrederek sevgimizi ilan ediyoruz. Bir kitabını okumamış, bir şiirini ezberlememiş, bir söyleşine mülaki olmamış olsak bile sanki daha dün berabermişiz gibi paylaşıyoruz. Tabii ki vefat edince anmayalım, rahmet dilemeyelim demiyorum. Yeri değil ama. Teşbihte hata olmasın hani atalarımız der ya: “Kel ölür sırma saçlı olur; kör ölür, badem gözlü olur.” durumu hazin bir durum. Sağlıklı iken, hayatta iken değer verelim güzel insanlara; onların eserlerine.
Bu kişiler ata mesabesinde aileden biri de olabilir, ebeveynimizde olabilir, bir zamanlar bize emek vermiş kişilerde olabilir. Madden, manen bizlere iyilikleri dokunmuş olabilir. Ama ne olur vefat etmeden, vefakâr olalım. Ziyaret edebilecek isek ziyaret ederek, destek olmamız gereken bir durum varsa destek olarak. Hiç olmaz ise telefon ederek, hatırlayalım o güzide insanları.
İsterseniz vefanın, vefalı olmanın ve kalmanın kıymetini Mehmet Akif İnan’ın mısraları ile bitirelim.
“Bütün giysileri yırtsak yeridir / Yeter bize vefa elbiseleri”
Mustafa BALABAN